Hocam size Bölümümüze hoş geldiniz diyerek, öncelikle sizin eserlerinizi tanımak ve yaptığınız araştırmalar hakkında bilgi almak istiyoruz.
Teşekkür ederim. Öncelikle Bölümünüz benim için yabancısı olduğum bir yer değil. Hocalarınız olan meslektaşlarımla uzun zamandır tanışıyoruz. Sayısız defa doktora jürilerine davet ettiler, bir dönem ders vermek üzere de gelmiştim. Son yıllarda Sosyoloji Bölümü’nde giderek yükselen bir enerji, bir motivasyon dışarıdan fark edilecek düzeyde görülüyordu. Kısacası, bu sosyoloji şevki beni de aranıza çekti. Sizlerle birlikte olmaktan çok memnunum. Akademik çalışmalarıma gelince, galiba verbal bir kişiyim. Yazmayı değil, anlatmayı tercih ediyorum. Yazarken mümkün olduğunca özlü ifade etmeye, olmasa da olur bir cümle kurmamaya dikkat ediyorum. Böyle titizlenmek de çok yazmaya engel oluyor.
Doktora tezimin başlığı Sosyal Tabakalaşma ve Günümüz Fransız Sosyolojisinin Yaklaşımları. İstanbul Üniversitesi’nde çok değerli hocam Prof.Dr. Mehmet Fikret Gezgin’in danışmanlığında yaptım. Prof.Dr. Zeki Arslantürk ile birlikte hazırlamış olduğumuz –Kavramlar, Kurumlar, Süreçler, Teoriler- alt başlıklı Sosyoloji kitabımız Çamlıca Yayınları arasında çıkıyor, çok sayıda baskı yaptı. Birçok Bölümde ders kitabı olarak okutuluyor. Uzun yıllar Marmara Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu’nun kadrosunda görev yaptığım için spor sosyolojisi alanında çok sayıda yayınım var. Sporda Sosyal Bilimler kitabının içinde Spor Sosyoloji başlıklı bölümü hazırladım. Alfa yayınları tarafından basılıyor. Altmış sayfa kadar kısa bir metindir, ama sosyolojinin bu alt dalı hakkında derli toplu bir bilgi edinmek isteyenler için yararlı bilgiler içerdiğini söyleyebilirim.
İstanbul’da yaşayan, sporcu kimliği olmayan ve bir tesise giderek spor yapan kadınların sporla ilişkilerini modernleşme sürecinin dinamikleri ekseninde incelediğim bir saha çalışmam Morpa Yayınları tarafından Kadın ve Spor adıyla kitap olarak neşredildi. Bu alanda ayrıca çok sayıda makalem ve ulusal ve uluslararası bilim kongrelerinde sunulmuş tebliğlerim vardır. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne geçtikten sonra aile, toplumsal cinsiyet, din ve yaşlılarla ilgili araştırmalar yaptım. Bu konulara ilgi duyan arkadaşlarımız için belirteyim. İnternet’ten İSAM Kütüphanesi Makaleler Veri Tabanına girip adımı yazarak bu makaleleri PDF formatında indirebilirler. Yakın zamanlarda çalıştığım konular daha çok kültür, aile ve din. Bir de henüz yayın yapmadığım ve üzerinde çalışmaya devam ettiğim bir konu var: Ahlâk. Türkiye’nin en büyük sorununun ahlâk problemi olduğunu düşünüyorum. İkinci büyük sorununun ise ciddiyet… -
Bildiğimiz kadarıyla Tıp kökenlisiniz? Neden Tıp'tan Sosyolojiye geçtiniz?
Evet, tıp doktoruyum. Bizde tarihi II. Meşrutiyet dönemine uzanan bir söz vardır: Tıbbiyeden her şey çıkar, ara sıra doktor. GATA Tıp Fakültesi mezunuyum. Üç yıl hekim olarak çalıştıktan sonra sosyoloji doktorasına başlayarak sosyal bilimlere geçiş yaptım. Tabii olarak böyle bir geçiş arka planı olmadan mümkün değil. İlkokul sıralarından itibaren asıl ilgi ve merakım sosyal ve beşeri alanlardı, tarih, edebiyat gibi… Ortaokuldan sonra askeri lise sınavlarına girdim. Bursa’da Işıklar Askeri Lisesi’ni kazandım. Orada Fransızca kolej eğitimi aldık. Ahmed Cevdet Paşa, İbn Haldun ve daha birçok klasiği lise döneminde özel merak ile okudum. O zamanlar siyasal bilgilere gitmeyi arzu ediyordum. Fakat askeri öğrenci olduğumuz için seçeneklerimiz Kara Kuvvetleri’nin uzman ihtiyacına göre belirlediği kontenjanlarla sınırlıydı. Bizim mezun olduğumuz 1981 yılında Tıp hariç hiçbir branş için kontenjan açılmadı. Üniversite sınavında tek tercih olarak GATA’yı yazdık. Kazanırsak oraya gönderilecek, kazanamazsak sınavsız olarak Kara Harp Okulu’na gidecektik. O şartlar altında çok yüksek bir puanla GATA’yı kazanmak nasip oldu. Üniversiteye giriş sınavında matematik sorularında boşum ve yanlışım yoktu. Doğa bilimleri bana hiçbir zaman zor gelmemiş, ama sosyal bilimleri her zaman çok sevmişimdir.
Tıp fakültesinde öğrenciyken derslerin ve sınavların en yoğun olduğu zamanlarda bile sosyal bilim okumalarını bırakamıyordum. O zamanlar çok beğendiğim Fransız sosyolog Raymond Aron’du. Cumartesi günleri Kızılay’da Fransız Kültür Merkezi’nin kütüphanesine gider, kitap okur, dergileri takip ederdim. Haftalık l’Express dergisinin tam ortasındaki iki sayfa Aron’a aitti. Vefat ettiği tarihe kadar onun makalelerini hiç kaçırmadım. Fransız edebiyatına olan merakım lisede aldığım temeller üzerinde o dönemde gelişmiştir. 1987 yılında fakülteyi bitirdim. Üç yıl askeri hekim olarak görev yaptım. Hekimlik çok itibarlı bir meslekti, bugün de öyledir. Severek yapıyor, ama sosyal bilimleri daha çok seviyordum. Askerlik de sevdiğim, saygı duyduğum bir meslektir. Bana sosyal bilimlere geçiş imkânı verilseydi, askerliği de bırakmazdım. Üsteğmen tabip olarak görev yaparken 1990 yılında istifa ederek ayrıldım. 1991 yılında sosyoloji doktorasına başladım. Doktoraya başlamam, daha sonra danışmanlığımı üstelenecek olan, değerli meslektaşım Mahmut Karaman vasıtasıyla tanıştığım Fikret Gezgin hocamın teşviki ve yönlendirmesiyle olmuştur. Fransa’da hem hekim, hem de sosyolog olan kişiler olduğunu biliyordum, ama bizde böyle bir geçiş imkânı olduğundan haberim yoktu.
Doktoraya başladıktan sonra ilk olarak, o güne kadar olan okumalarımın ancak genel kültür sayılabilecek bir sınırlılıkta kaldığını, üstelik 1980 öncesinin katı ideolojik kutuplaşmasının izleriyle malûl ve tek yönlü olduğunu fark ettim. Fikret bey hocam, beni zıt okumalara yönlendirerek, eleştirel düşünme ve farklı açılardan bakabilme becerimi geliştirmiş, bilim felsefesine ilgi duymamı sağlamış, metodolojik hassasiyetin bilimin vazgeçilmezi olduğunu bana öğretmiştir. Başta rahmetli Amiran Kurtkan hocamız olmak üzere bütün hocalarımı saygıyla anarım. Ancak sadece formel düzeyde değil, gerçek anlamıyla da “sosyolog” olabilmeyi öncelikle Fikret bey hocama borçluyum ve daima müteşekkirim. 1993 yılında Marmara Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak atanmam da kendilerinin teşviki, hatta emri vakisi ve tavassutuyla olmuştur.
- Tıp ile sosyoloji arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?
Benim hayatımda tıp ile sosyoloji arasındaki ilişki her şeyden evvel öncelik sonralık ilişkisi… Türkiye şartlarında tıbbı kazanmak, üniversite sınavı gibi büyük bir yarışta ilk yüzde bire girmeyi gerektiriyor. Bu sıkı bir çalışma alışkanlığı edinmeden mümkün değil. Sonraki altı yılda bu çalışma disiplinini daha yüksek bir tempoyla sürdürmek zorundasınız. Şahsen bilimin özel bir beyin yapısı gerektirdiğini düşünmüyorum. Bu belki sanat için söz konusu olabilir. Bilim için branşını sevmek ve çok çalışmak yeterli. Tıp bana çalışma disiplini kazandırdı ve tabii ki saygın bir meslek sahibi olmanın özgüvenini. Tıbbı başarmışsan her şeyi başarabilirsin duygusunu. Çalışmak ve özgüven, ikisi birleşince aşılamayacak engel, açılmayacak kapı yoktur. İkinci olarak tıp bana sistemli düşünmeyi öğretmiştir. Önce bir sistem olarak insan organizmasını öğreniyorsunuz, anatomi, fizyoloji, histoloji ve biyokimyasıyla. Sonra bir rahatsızlık varsa bu nasıl ortaya çıkıyor, yani fizyopatoloji. Daha sonra bu patoloji nasıl giderilebilir diyorsunuz, yani farmakoloji ya da cerrahi müdahale. Çok net, çok açık bir ilişkiler ağı içinde somut bir neticeye ulaşmak durumundasınız.
Sosyoloji için de aynı şey geçerli... Karşınızda bir toplumsal olgu ya da sorun var. Bu olgusal durumu / sorunu ortaya çıkaran etkenler neler diye bakmak durumundasınız. İşte bu noktada tıp ile sosyolojinin farkı ortaya çıkıyor. Tıp, insanı tabiatın bir parçası olduğu yönüyle inceliyor, sosyoloji ise insanı tabiattan, yani diğer canlılardan ayrıldığı yönüyle. İnsanın insana özgü niteliklerinin inşa ettiği durumları inceliyor. Doğa bilimleri ‘hep böyle olan’, sosyal bilimler ise ‘başka türlü de olabilen ya da hiç olmayabilen’ üzerinde çalışıyor. Sonuçta ancak genel geçerliliği olmayan, zaman ve mekânla kayıtlı bilgilere ulaşabiliyorsunuz. Çoğul düşünebilmek, farklı olabilirlikleri göz önünde bulundurmak zorundasınız. Tıpta çok beğendiğim bir söz var: Hastalık yoktur, hasta vardır. Bir hastalığın atipik bir formla karşınıza çıktığında yanılmamanız için söyleniyor. Bunu ‘insan yoktur, insanlar vardır’ diyerek sosyolojiye taşıyalım. Aile değil aileler, grup değil gruplar, toplum değil toplumlar, kültür değil kültürler… Fernand Braudel’in Maddi Uygarlık ve Kapitalizm’de çok güzel belirttiği gibi, tarihte her şey çoğul hale getirilerek konuşulmalıdır. İşte bu noktada sosyolojinin tıbba kıyasla zorluğu görünüyor. Bence tıp zor sanılan kolay, sosyoloji ise kolay sanılan zor... Ama şunu da söylemeliyiz: Sosyolojinin kötüsünü yapmak, tıbbın kötüsünü yapmaktan kolaydır. -
Sosyoloji niçin önemli?
Tıp her toplumda önemlidir, çünkü insan sağlığı söz konusu… Sosyoloji öyle değil. Sosyoloji değişen, karmaşıklaşan toplumlarda önem kazanıyor. Alain Touraine “sosyoloji kendisi üzerinde düşünebilen toplumların bilimidir” diyor, “kendisi üzerinde düşünebilen”, yani kendisini dönüştürebilen… Ülkemizde sosyolojinin giderek önem kazanması bununla alâkalıdır. Bir zamanlar öncelikli sorumuz nasıl sanayi toplumu olabiliriz idi. Şimdi öncelikli sorumuz, sanayileşmenin getirdiği sorunlarla nasıl başa çıkabiliriz oldu. Başka bir ifadeyle söylemek gerekirse, Türkiye’nin toplumsal dinamikleri sosyolojiyi ‘ideolojik’ bir bilim olmaktan ‘işlevsel’ bir bilim olmaya doğru götürüyor ve bu süreçte sosyolojinin önemi giderek artıyor.
- Bölüm tercihlerinde kimler sosyolojiyi tercih etmelidir?
Kısaca toplumsal durumları dert edinenler, en azından merak edenler, bunun için okumaktan, kafa yormaktan haz duyabilenler…
- Sakarya Sosyoloji Bölümü ile ilgili düşünceleriniz nelerdir?
Daha önce de ifade ettim. Burada bence en önemli olan şeyi, sosyoloji şevkini görüyorum. “Biz kimiz” sorusuna haykırarak “Sakarya sosyoloji” cevabını veren öğrenciler, bu heyecanı uyandıran hocalar… Uyumlu çalışan dinamik bir ekip var. Üniversite yönetimi de araştırmaları teşvik ediyor, başka ülkelerle akademik ilişkileri geliştirmeye yönelik fırsatlar sağlıyor, diğer üniversitelerden alanında uzman hocalar konferans vermek üzere davet ediliyor, çeşitli sosyal ve kültürel faaliyetler düzenleniyor, kütüphane imkânları güzel… Böyle giderse önümüzdeki yıllarda Sakarya Üniversitesi’nin yıldızı giderek parlayacak. Bölümümüz de belki sosyoloji camiasında kendisinden “Sakarya ekolü” olarak söz ettirecek bir noktaya erişebilir. Olmaması için bir sebep göremiyorum.-
- Bundan sonra Bölüm ve kendi hayatınızla ilgili hedefleriniz nelerdir?
Bölüm’le ilgili hayalimi söyledim. Hayatımla ilgili olarak, bildiklerimin hocası, bilmediklerimin talebesi olarak yaşıyorum, diyebilirim. Niyetim, ömrümün son gününe kadar bu çizgide devam etmek... Yazmayı arzu ettiğim konular var. Biraz da yazmaya odaklanmak istiyorum.
-Türkiye'deki ve Dünyadaki sosyoloji çalışmaları hakkında bir değerlendirme yapar mısınız?
Türkiye’de sosyal bilimler hızla gelişiyor. Yirmi yıl önce sosyoloji yayınlarının tamamını, diğer sosyal bilimlerle ilgili de pek çok yayını takip edebiliyordum. Son yıllarda yayınlar o kadar arttı ki, şimdilerde sosyolojik çalışmaları bile tamamıyla takip edebilmek mümkün değil. Yani, Türkiye’de sosyologların bir alt dal seçerek o alanda uzmanlaşmasına elverişli bir zemin oluştu diyebiliriz. Dünyada sosyoloji ise uçsuz bucaksız bir derya… Çok bilmenin değil, bilgiye ulaşmanın ve ulaştığı bilgiyi hedefleri doğrultusunda kullanılabilir bilgiye dönüştürmenin önemli hale geldiği bir dünyada yaşıyoruz.
- Kendinizden biraz daha bahseder misiniz? Günlük yaşamınızı neler yapıyorsunuz, zamanınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir akademisyen olarak dersler, seminerler, öğrencilerle görüşmeler, yönettiğim tez çalışmaları ve okumalar… Okuyabildiklerim, okumayı arzu ettiklerimin hep gerisinde kalıyor. Kalabalıklardan hoşlanmıyorum. Yalnız kalmayı seviyorum. Metropoller, hele beton yığınlarına dönüştürülen ve trafik çilesiyle yaşanmaz hale gelen İstanbul bana çok itici geliyor. Evim Üsküdar Çengelköy’de… Çocuklarımın işi, okulları vs. taşınmamız mümkün değil, ama üç yıldır İstanbul’da zaruret miktarı kalıyor, Sakarya’da mütevazı, doğal bir hayat yaşıyorum, köy evi denilebilecek bir ev ve bahçede… Kedilerim, tavuklarım… Toprakla uğraşmayı seviyorum. Yaz aylarında neredeyse pazara gitmiyoruz diyebilirim. Kendi emeğinizin ürünü olan sebzeyi, meyveyi dalından koparıp yemek tarif edilmez bir mutluluk. Eşimle birlikte bahçemizin meyvelerinden reçel ve sirke yapıyoruz, komşumuzun ineğinin sütünden yoğurdumuzu… Yaylalara çıkmayı, çadır kurup birkaç yaşamayı, ormanlarda yürümeyi seviyorum. Teknolojik araçlarla ilişkimi asgari düzeyde tutmaya çalışıyorum. Facebook, twitter vs. kullanmam. Maillere acil bir durum olmadıkça haftada bir bakarım. Televizyon bir reklâm, eğlence ve propaganda aracı… uzak durmaya çalışıyorum. Özellikle tarihî dizilerin zihinlerde inşa ettiği çarpık tarih tasavvurundan rahatsızım. İnternet, bilinçli kullanmak şartıyla yararlı…
Kitaplar benim vazgeçilmezim... Şahsi kütüphanemde yedi bin civarında kitap var. Koleksiyoncu değilim. Okumayacağım, okumayı planlamadığım kitabı satın almam. Ders dönemlerinde çoğunlukla sosyal bilim okumaları, yaz aylarında ise daha özgür okumalar yapıyorum. Tarih, edebiyat gibi… Şiiri çok seviyorum. Ezberimde yüzlerce şiir vardır. Kelâmın zirvesidir şiir. Sizin bir kitap yazarak anlatabileceğiniz şeyi, büyük şairler bir beyitle ifade edebiliyorlar. Edgar Morin seksenli yaşlarda Metodoloji’sinin beşinci kitabını yazdı: İdentité humaine, yani beşeri kimlik… Bu kitabıyla ilgili bir dergide yayınlanan mülâkatında “Altmış yıllık bilgi birikimimi bu kitapta hülâsa etmeye çalıştım. Ama hakikatin ifadesinde en ileri gidebilen şiir de dâhil olmak üzere, kelimelerin tükendiği bir yer var. O sınırda duruyorum” diyor.
- Öğrencilerinize neler tavsiye edersiniz?
Mesleğini hayat gayesi görüp, ciddiyetle yapmayı… Okumayı, çalışmayı sevmeyi… Çok kitap okumak değil, kaliteli kitapları çok okumak lâzım. Notlar tutarak, özetler çıkararak okumak… Zaman zaman oluyor, “şu kitabı okudum” diyen bir öğrencime “o kitaptan bize neler anlatabilirsin” diyorum, bir cümle söyleyemiyor. Bu okumak değildir.
Kural şu: İyi bilinen şey, iyi ifade edilir. İyi ifade edilen şey iyi yazılır. Sadece sosyoloji kitaplarıyla iyi bir sosyolog olunmaz. Sosyolojinizi zengin kılmak istiyorsanız özellikle üç alanla onu beslemelisiniz: Sosyal tarih, sosyal antropoloji ve sosyal psikoloji.
Sosyolojinizi güçlü kılmak istiyorsanız ise felsefe okumalarına önem vermelisiniz. Bilim kavramlarla yapılır. Sosyoloji sözlüğündeki kavramların her biri bir teoriye aittir. Her teori bize bir gözlük verir. O gözlükle bakılınca görünen durumları, kavramlaştırarak ifade eder. Sosyolojide gözlük değiştirmek, yani farklı teorilerle bakabilir hale gelmek önemlidir. Herhangi bir olguya, diyelim ki spora, fonksiyonalist, marksist, feminist gözlüklerle baktığınızda göreceğiniz şeyler değişecektir. Eleştirel teorinin gösterdiği spor ile Bourdieu’nün bir ad vermekten kaçındığı, -“Adlandırmak gerekirse “inşacı yapımcılık” ya da “yapımcı inşacılık” diyebilirim” dediği- teorisinin gösterdiği spor aynı olmayacaktır. Peki, spor o mudur, bu mudur? Hem odur, hem de bu…
Kısacası, teorilerde zayıf iseniz toplumsal olguları birçok yönden görebilmeniz mümkün olmaz. Sosyoloji teorilerinin temelinde ise bilginin mahiyetine dair epistemolojik kabuller, onun da altında insanın ve toplumun doğasına dair ontolojik kabuller vardır. Bu yüzden sosyolojiniz ancak felsefeyle güçlü olur, diyorum. Sosyoloji her şeyden önce eleştirel bir düşüncedir. Sorgulamadığımızı, eleştiremeyiz. Eleştiremediğimizi geliştiremeyiz. Sosyal olgular ‘başka türlü de olabilir ya da hiç olmayabilir’ olgular ise -ki böyledir- insanlık adına olması tercih edilir durumlara nasıl ulaşabilir, olmaması arzu edilen durumlardan nasıl kaçınabiliriz? İşte bu nedenle sosyolojide zıt okumalar yapmak önemlidir.
Madem işimiz dille… edebiyatla bağımız güçlü olmalı. Yabancı dil bilmeden olmuyor, ama önce anadilimizi, Türkçeyi iyi bilmeliyiz. Bunun da yolu edebi eserlerle haşır neşir olmak. Kim edebiyattan ne kadar uzaksa dili o kadar zayıf olur. Dilimizin sınırı düşüncelerimiz sınırıdır. Edebiyattan nasibi olmayanın konuşmasını dinlerseniz tat alamazsınız, yazısını okursanız yavan bulursunuz.
Ve öğrencilerimize zamanlarını iyi değerlendirmelerini tavsiye ederim. Günlük, haftalık, aylık, yıllık planlar yaparak çalışmalı, boş şeylerle vakit geçirmemeli, gece yatma vakti geldiğinde o günün hesabını çıkarıp heba edilen saatler için üzüntü duyabilmeliyiz. Sekiz asır önce İran’lı bilgenin şu sözü bir kâğıda yazılıp sık sık gözümüze çarpacak bir yere asılmaya değer: “Gafil halk yorgun argın bir laf eder: ‘Yarın olsa da bir iş işlesem’. Bilmez ki bugün dünkü günün yarınıdır. Bugün ne işlemiştir ki, yarın ne işlesin.”
Muhteşem bir medeniyetin çocukları olduğumuzu asla unutmayalım. Modern zamanlara maalesef ‘medeniyet kırılması’ diyebileceğimiz büyük bir tarihî kırılma ile geçiş yapabildik. En azından beş büyük kırılmayı içeren tarihî bir kırılmadır bu… Kültür, dil, tarih, din ve devlet kırılmaları… Sosyokültürel yapımız bu kırılmaların üzerinde şekilleniyor ve bu kırılmaların izlerini hem taşıyor, hem de gidermeye çalışıyor. Başka bir seçeneğimiz yok. Ya bu medeniyetin haylaz mirasyedileri olarak mankurtlar gibi yaşayacağız ya da bu kırılmaların sonucu olan defoları giderme yolunda bir bilinç ve çaba ile… Medeniyetimizin rönesansı ancak böyle bir bilinç ve çabayla gerçekleşebilir. Ve bizler ancak o zaman bu ülkenin ecdadına layık gerçek evlâtları olabiliriz. Arif Nihat Asya’nın şu iki mısraını unutmayalım: “Benim dedemle yan yana yazılı kalacak adım / Yıldızların söneceği güne yıldızlar sakladım.”
Son olarak da dört bin yıl önce Çin’de mermere kazınmış, oradan İran edebiyatı yoluyla divan şiirimize taşınmış bir sözü sizlerle paylaşmak isterim: “Doğduğun ânı hatırlıyor musun? Sen ağlıyor idin, ama herkes gülüyordu. Öyle bir ömür geçir ki, öleceğin vakit, sen gül, herkes ağlasın.”
- Bunun dışında söylemek istedikleriniz?
Shakespeare’den bir cümle: “Daha ne söyleyeyim efendimiz?”…
- Çooook teşekkür ederiz.
Sakarya Sosyoloji Bölümü Koordinatörlüğü